Vicdanlarımızdaki İsyanların Sözcüsü

                                   
Protest müziğin en ünlü ismi Ahmet Kaya’ydı. Kaya, 12 Eylül darbesinin hemen ardından “Ağlama Bebeğim” isimli albümüyle müthiş bir çıkış yapmıştı. Suskun muhalefetin adeta konuşan dili olmuştu. Kaya için bir başka dönüm noktası da Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreniydi. Ödül töreninde yaşananlar Ahmet Kaya için Türkiye’de yaşama ortamını yok etmişti. Bu zor günlerde Kaya’ya destek verenlerin başında ünlü polis şefi Hanefi Avcı vardı.
“Ahmet Kaya’nın ölmediği” iddiası hâlâ son derece popüler bir şehir efsanesi. Yaşayan birisini öldü göstermek kime ne kazandırır ya da ne kaybettirir bir yana, dostları yaşamasını candan arzu ettikleri Kaya’nın şimdi de öldüğünü kanıtlamak için uğraşıyor. 15 Şubat 2006 tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti “Katafalkta” tam da bu çabanın ürünü.

Ahmet Kaya’nın şarkıcı arkadaşı Ferhat Tunç, “Ölmedi, yaşıyor” iddiaları üzerine, Kaya’nın ölümünden sonra katafalkta çekilen fotoğraflarını ortaya çıkardı. Hürriyet durduk yerde niye böyle bir haber yaptı, bilinmez. Demek ki, yıllardır yaygınlaşan Ahmet Kaya’nın ölmediğine dair rivayetler, bu okur kitlesi yüksek gazeteye manşet olacak kadar yayılmış (Bu haberin ardında bilmediğimiz bir hesap da olabilir tabii. Sevilen birinin aslında ölmediğine dair söylentilerin şahikasını Elvis Presley’de görmüştük. Amerika -giderek dünya- için çok şeyler ifade eden, idol payesini belki de ilk defa hak eden bir figürdü Elvis. Amerika’yı, Amerikan kültürünü “gösteren” biriydi. Ahmet Kaya da bir düzeyde öyle. O kadar idolleştirmese de, Türkiye için çok şeyler ifade ediyor, Türkiye’yi, Türkiye’nin kültürünü, çeşitli çatlaklarını, tartışmalı hallerini gösteriyor).

TÜRKİYE’NİN SIRRINI ÇÖZDÜ

Şarkıları Türkiye’nin nabzını, dinamiklerini nasıl yansıttıysa, kovuluşu ve ölümü de Türkiye’deki linç kültürünü, zamanın mevcut düzeni sarsmasına yönelik tepkilerin sertliğini, şiddetini öyle açığa çıkardı. 10 Şubat 1999′da, Magazin Gazetecileri Derneği’nin verdiği “Yılın Müzik Yıldızı” ödülünü alırken şöyle demişti: “Bu ödülü yalnızca kendi adıma değil, bu ödülü İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, magazine emek veren tüm insanlar ve Türkiye halkı adına alıyorum. Bir de bu misyonu sana kim yükledi diye sormasınlar, bana tarih yükledi. Önümüzdeki günlerde bir kaset çıkarıyorum. Ben Kürt asıllı olduğum için bir Kürtçe şarkı yapıyorum ve Kürtçe klip çekiyorum. Bu klibi yayınlayacak insanların olduğunu da biliyorum. Yayınlamazlarsa, Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum…”

Sonrasını hep beraber izledik: Masalara vurulan yumruklar, boyun damarları fırlarcasına haykıran insanlar, bir ağızdan coşkuyla okunan 10. Yıl Marşı, eşi ve arkadaşlarıyla bir masaya sıkıştırılan, üzerine çatallar, kaşıklar atılan, sonra ite kaka salondan çıkarılan Ahmet Kaya… Bu olaydan bir süre sonra gittiği ve kendisine yönelik tepkilerin yükseltildiğini görünce ayrılamadığı Paris sürgün yeri, Yılmaz Güney’lerle, Jim Morrison’larla, Oscar Wilde’larla, Paul Eluard’larla, Isadora Duncan’larla beraber yattığı Père-Lachaise de ebedî istirahatgâhı oldu. Ölümünden birkaç sene sonra, halihazırda milyonlarca insanın anadili olan bir dil üzerinde daha önce geçerli olan yasak ve tabu kırıldı, ulusal televizyonlar Kürtçe klip yayınladı. Sınıf mücadelesi bağlamında şekillenen Ahmet Kaya personası, toplumsal tartışma alanlarının odak değiştirmesiyle birlikte, artık kimlik mücadelesi için de sembol bir isim oldu. Güzel şarkılarıyla, güzel söyleyişiyle birbirini tamamlayan, zaman zaman yalpalamalı, ama bütüne bakınca onun alnını ak tutacak bir tutarlılıkla nihayete eren toplumsal duruşu, onu, hakkında Elvis Presley misali söylentiler üretilecek kertede bu toplumun insanlarının zihnine, gönlüne kazıdı.

Seyyal Taner, Roll dergisi için kendisiyle yaptığımız bir söyleşide şöyle söylemişti: “Erkin Koray ve Orhan Gencebay Türkiye’nin sırrını çözmüştür. Bir bilmece Türkiye, bu bilmeceyi çözmek kolay şey değil. Ahmet Kaya da bilmeceyi çözenlerden biri, hiç şakası yok…” Hakikaten, o sırrı -ya da sır’ı- bulup işleyecek, kalplere bu derece nakşolacak bir başka isim bulmak zor (Taner, sinema alanında bir Yılmaz Güney’i sayıyor mesela). Bu sırrın niteliğini, bu sırra onunla çatışarak, onu dönüştürerek eren sanatın toplumsal kültürü belirlerken ve insanların ciğerine işlerken edindiği ışıltılı gücü tarif etmek de aynı derecede zor. Ahmet Kaya, bu ışıltıyı yayan isimlerden biriydi. Türkiye kültürünün verdiğini aldı, fazlasıyla iade etti. Ama Türkiye’nin siyasî kültürünün ve kültür siyasetinin önerdiğini olduğu gibi kabullenmedi. O sırrın önemli bir parçası da bu tavırda yatıyordu herhalde. Öyle ya da böyle, Erkin Koray, Orhan Gencebay, Yılmaz Güney gibi…

Ahmet Kaya, bir işçi ailesinin çocuğu. Baba Mahmut Kaya Adıyamanlı. Anne ve babasını yitirdiği için abilerinin yanında büyüyor, 15 yaşında Malatya’ya geliyor ve çalışmaya başlıyor. Sümerbank fabrikası kurulup işe alınana kadar gündelik işler yapıyor. Kayınpederi zor ikna ederek, fabrikanın şoförünün kızı Zekiye’yle evleniyor. Uzun süre tek odalı evlerde maaile yaşıyorlar, ailenin beşinci çocuğu Ahmet de böyle bir eve doğuyor, 28 Ekim 1957′de.

LOŞ DUDAK AHMET

İki odalı bir fabrika lojmanına geçiyorlar sonradan, ama Mahmut Kaya, biraz da çocuklarının istikbali için, İstanbul’u hep bir özlemle yaşatıyor içinde. Şöyle anlatıyor Ahmet Kaya: “Babama fabrikadan helva verirlerdi. Ekmeklerin arasına koyar getirirdi helvaları. Babam eline bir İstanbul resmi alır, bize İstanbul’u anlatırdı. İstanbul denince aklıma deniz ve Kız Kulesi gelirdi.” “Ama” diyor baba Mahmut Kaya, “sonra da yeniden buraya geleceğiz, arsalarımız, mülklerimiz hep burada olacak.” Ve bir türkü tutturuyor: “Dilo em bımrın, dilo heyran, le ve behare mırın pır xweşe, dilo heyran, le milke bavu ü kalada…” (Yüreğim, ölelim biz/ Bu yaz vakti ölmek ne güzel/ Yüreğim, en güzel ölüm ata toprağında olandır…)

Kalın dudakları yüzünden “Loş Dudak Ahmet” diye tanınan küçük Ahmet’in müzikle ülfeti, esas olarak amcası Deli Yusuf’un yanında başlıyor. Aile yazları üç aylığına köye gidiyor, Ahmet burada dengbej amcasının tamburuna dokunarak merak böceğini ısırıyor. Kendi kendine, sopalara kordon bağlayarak saz yapmaya çalıştığını öğrenince, şarkı söylemeyi de çok seven altı yaşındaki oğluna ilk bağlamasını alıyor Mahmut Kaya. Sevincinden kaçıp üç saat ağlayan Ahmet, 15 günde söküyor bağlamayı: “Fabrikada pazartesileri işçi gecesi yapılırdı. O zamanlar memur evlerinin yanına biz gidemezdik, mümkün değildi, memur çocukları vardı. Onların evleri, mahalleleri ayrıydı. Biz işçi çocukları, onların eğlence gecelerine de gidemezdik. Ama işçi gecelerine herkes geliyordu, çoluk-çocuk, anneler, babalar, işçiler, yaşlılar… Burada müzik grupları vardı, bağlama çalınırdı. Benim bağlamaya sempatim o zamanlardan başlıyor.”

1966′da, dokuz yaşında ilk sahne tecrübesini yaşar Ahmet, 24 Temmuz İşçi Bayramı’nda. Sonra ver elini civar fabrikalar, kasabalar, iller. Yaz tatilinde bir plakçıda çalışmaya başlar ve Ruhi Su’yu, Aşık Mahzuni Şerif’i tanır. Repertuarında artık onların da türküleri vardır.

1972′de Mahmut Kaya emekli olur ve aile İstanbul’a taşınma kararı alır. Kamyona denkler yığılır, uzun bir yolun ardından Kocamustafapaşa’da “Malatyalı kırolar gelmeye başladı” diye karşılanırlar. İlk defa denizi, Kız Kulesi’ni gören Ahmet pek hoşlanmaz bundan, soğuk bulur büyük şehri. Zeki Dayı’sının yanında, Almanya’da bir buçuk sene kalır, ama orada da dikiş tutturamaz. Kaderi İstanbul’da çizilecektir artık…

BAĞLAMA BÖYLE DE ÇALINIR

İstanbul’da ufak tefek işlere girip çıkar. En sürekli olanı, Sirkeci’de korsecilik. Sol düşünceye ilk yaklaşması da orada. 1970′lerin başlarında Halk Bilimleri Derneği’nin müdavimlerinden biri olur. Bu dernekte onu en çok etkileyen, seyyar satıcının da, işçinin de, doktorun da, üniversitelinin de buraya gelebilmesi, İstanbul’a ilk geldiğinde karşılaştığı sosyal ve sınıfsal ayrımcılığın solcular içinde aşılabilmesi. Yıllar ilerledikçe sol gecelerde de sahne almaya başlıyor Ahmet. İlk cezaevi deneyimini de 1977′de yaşıyor, Sağmalcılar’da beş ay…

Aynı yılın sonlarında askerlik gelip çatıyor. Bir kaçış, iki kaçış derken, ancak orkestrada tutabileceklerini anlıyorlar Ahmet Kaya’yı. Asker dönüşünde artık bütün kardeşleri evlenmiştir. Ahmet de ilk evliliğini dernekte tanıştığı Emine Başa’yla yapar. 1979 sonlarında kıyılan nikâhın ardından bir süre baba evinde kalınır, sonra Sarıyer’de bir yer bulunur, bir yıl sonra kızları Çiğdem doğar…

Bir taraftan kaset çalışmaları yapılırken, arkadaşlarıyla tartışmalar da başlar: Sorun, Ahmet’in bağlama çalış üslûbudur. Geleneksel tavra çok dayanmadan, içinden geldiği gibi çalmayı sever Ahmet. Şöhretinin ilk yıllarında Ruhi Su’yla tanışacak, Ahmet Kaya çalarken üstâd bağlamanın sapını tutacak, “bağlama böyle döver gibi çalınmaz, okşanır, sevilir” diyecektir. Ahmet Kaya, ilk konserlerinden birinin afişlerinde verecektir cevabını: “Bağlama böyle de çalınır…”

12 Eylül 1980. Doğal olarak, dernek kapanmış. Arkadaşlarının birçoğu içeride, bazıları firarda. Ahmet Kaya yine de müzikten kopmuyor. Daha “ciddi” işler yapmasını isteyen eşi Emine’yle de bu yüzden arası bozuk. Ve bir gün eve giriyor ki, bomboş, “Neden” şarkısında anlattığı gibi. Babasını kaybetmesinin ardından ailesini de yitirir Ahmet, Emine’yle boşanırlar.

Zaman zaman Ferdi Tayfur’a çalmaya başlar, Tayfur’un stüdyosunun yakınında bürosu bulunan Kürt İdris’in çevresiyle ahbaplık kurar. Bir gün buraya yapılan bir baskında gözaltına alınır ve ruhsatsız bir silahı üstlendiği için üç ay ceza alır.

1984′ün başlarında, Aksaray’da, Baran Ocakbaşı’nda dönüm noktası olacak bir tanışma gerçekleşir: Hasan Hüseyin Demirel, Kaya’dan “Hasretinden Prangalar Eskittim”i dinler ve uzun sürecek bir ahbaplık başlar. Kaya, Demirel’in yanına taşınır, beraber “özgürlük türküleri” söyleyeceklerdir. Bu dönemde, Savaş Ay ve Oktay Güzeloğlu da evin müdavimleri arasındadır. Pekçok provadan sonra, 1985′te, Zincirlikuyu’da, Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde ilk konserlerini verirler, 450 kişilik salon ağzına kadar doludur. İkinci konser Bilsak’ta: “Bağlama böyle de çalınır!”

Selda Bağcan’ın desteğiyle, Sezer Bağcan’ın stüdyosunda ilk kaseti hazırlarlar. Kaset firmaları basmaya yanaşmaz: “Bu ne arabesk, ne halk müziği, ne Türk müziği. Acayip bir şey olmuş, kimse almaz bu kaseti…” Nihayet, borç harç, bir firmayı ikna ederler ve “Ağlama Bebeğim,” çöl gibi bir Türkiye’nin ortasına düşer. “Kara Yazı,” “Aynı Daldaydık,” “Karanlıkta,” “Geçmiyor Günler” gibi, yenilgi döneminden geçen bir devrimci ruhun izlerini taşıyan şarkıların yanında, Mehmet Akif şiiri “Uğurlar Ola” da vardır albümde, “tedbir olsun diye.” Yine de, kısa süre sonra toplatılır kaset. Daha sonra beraat eden “Ağlama Bebeğim,” kapağındaki “toplatılmıştır” ibaresi sayesinde, 12 Eylül Türkiye’sinde başlı başına bir mesaj haline gelecektir. Bu arada, ilk çalışmanın ardından yaşanan tartışmalarla beraber, Hasan Hüseyin Demirel’le de yollar ayrılır…

HALK DENİZİNDE BİR DALGA

İkinci albümüne hazırlanan Ahmet Kaya’nın yolu, ileride eşi ve sağ kolu olacak Gülten Hayaloğlu’yla bu dönemde kesişir. Siyasî mücadele geçmişi de olan Hayaloğlu, hapishaneden tanıdığı Selda Bağcan’la beraber çalışmaktadır. Kardeşi Yusuf Hayaloğlu’yla Ahmet Kaya’nın işbirliği de, ilerleyen senelerde, Kaya repertuarının demirbaş şarkılarının birçoğunu ortaya çıkaracaktır.

“Ağlama Bebeğim”in ardından gelen “Acılara Tutunmak,” Kaya’nın şöhretini pekiştirir. Ama asıl büyük patlama “Şafak Türküsü” albümüyle olacaktır. Nevzat Çelik’in idamını bekleyen bir mahkûmun ağzından yazdığı uzun şiirini (“Saçlarına yıldız düşmüş, koparma anne, ağlama”) besteleyen Ahmet Kaya, cezaevindeki on binlerce tutuklunun, yüz binlerce tutuklu yakınının sesi olur adeta.

Yaygın bir toplumsal acının böyle güçlü bir şekilde ifade edilişi, yankısını sol-devrimci kitlenin dışında da bulur ve Hey dergisinin “en çok satanlar” listesinin zirvesinde uzun zaman durur “Şafak Türküsü.” Türkiye’nin popüler kulvarında da sesini duyurabilecektir artık…

Albümün yayınlanışının ardından, 1986 yılında, Ahmet ve Gülten ikilisi evlenirler. Ahmet Kaya, yoksul geçen ilk aylarda evde oturup bol bol çalışır, bir sene sonra dördüncü albüm “An Gelir” yayınlanır. Yine uzun sürecek bir birlikteliğin, aranjmanları üstlenen Osman İşmen’le işbirliğinin ilk ürünüdür bu albüm. Adı müzik bahsinde Kaya’yla özdeşleşecek bir şairin, Attilâ İlhan’ın albüme adını veren şiiriyle açılan albüm, artık Ahmet Kaya’nın daha çok dinleyiciye ulaşmasını sağlar. Ama bu albümün ardından tartışmalar da başlar: Ne tür bir müziktir bu, protest mi, o yılların yakıştırmasıyla “özgün müzik” mi, arabesk mi?.. ‘80′li yıllara damgasını vuracak bir tuhaf tartışmanın baş aktörüdür artık Ahmet Kaya.

Kızı Melis’in doğumunun ardından Hayaloğlu-Kaya işbirliğinin ilk meyvası da gelir: “Hani Benim Gençliğim” şarkısı, “Yorgun Demokrat” albümünü sürükleyen, dillere pelesenk olan bir şarkı olur. Bu “yorgun demokrat”lık meselesi de başına iş açar; şarkı eleştirel ve yüreklendirici bir tonda olmasına rağmen, Kaya’nın “yorgunluğu,” sol duruştan vazgeçmişliği vurgulanır gazete yazılarında. İlk konser albümünün, “Resitaller 1”in hemen girişinde cevap verir gibidir Kaya, “Hepinizi en içten devrimci duygularımla selâmlıyorum, hoşgeldiniz” diyerek. (Niyeyse, albümün yeni baskılarında, bir teknolojik marifetle, Kaya’nın ağzından “devrimci” sözcüğü siliniyor.)

Hemen sonra okkalı bir cevap daha: “Başkaldırıyorum” albümü adeta bir bomba etkisi yaratır. O yılların bastırılmış Türkiye’sinde bu kadarını alenen söylemek kolay değildir: “Cevap veriyorum: Eli böğründe analardan/ Mahpuslardan ve acılardan/ Çokça bahsediyorum çünkü/ Başını kuma saklayanlardan tiksindim/ Başkaldırıyorum/ Yemin ediyorum/ Üçkâğıtçının, pezevengin/ Teslimiyetin ve mihnetin/ Yolu uğramayacak bana/ Bir dalgayım halk denizinde, köpürdüm/ Başkaldırıyorum/ Ben bir namlu ağzıyım/ Omuz vermiş halkına/ Başkaldırıyorum hey, herkes varsın farkına…”

Tabii herkes durumun farkına varır. DGM de. Davanın görüldüğü günün ertesinde gazeteler Kaya’nın demeciyle doludur: “Baş kaldırmayayım da, kıç mı kaldırayım?” Bundan sonrası, Ahmet Kaya ve medya arasında gergin bir ilişki…

İşmen ve Hayaloğlu’yla beraber çalışmadığı “Sevgi Duvarı” albümünün ardından yayınlanan “İyimser Bir Gül/ Adı Bahtiyar,” Kaya’nın en iyi çalışmalarından biri, belki başyapıtı, hatta alâmet-i farikası olur (“Diyarbakırlıymış, adı Bahtiyar/ Suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar”). Bu arada konserler bol tezahüratlı, dolu geçmekte, engellemeler, yasaklamalar da gırla gitmektedir.

1990′lara geliyoruz, Kaya’nın ikinci dönemi diyelim buna. 12 Eylül şartlarının Ahmet Kaya şarkılarındaki rolü, toplumun değişen hallerine ayak uydurarak, metropol sorunlarıyla yoğrulmuş karmaşık bir hüviyete doğru farklılaşacaktır artık. İlk örnek, çıktığı anda çok tartışılan “Başım Belada” elbette: “Başım belada/ Adamın biri vurulmuş sokakta/ Cebinde adresim bulunmuş/ Tabancamı unutmuşum helada/ Nerden baksan tutarsızlık/ Nerden baksan ahmakça…” Bu şarkının dili, içeriği, her şeyi eleştirilir, ama Ahmet Kaya çizgisinde yeni bir yön olduğu da açıktır. Aynı albümdeki “Entel Maganda,” “Bir Acayip Adam” gibi şarkıların Kaya’nın öykücülüğünde ve mizahî tavrında bir dönüm noktası olması gibi. Yusuf Hayaloğlu, “Başım Belada”yla değişen durumu şöyle anlatıyor: “Diyebilirim ki, (halkla) gerçek kucaklaşma o zaman gerçekleşti. O zamana kadarki kucaklaşma tamamen sol tandanslı insanlarla zayıf ve nankör bir kucaklaşmaydı, ama ondan sonra genel olarak halkın her kesimiyle, sağcısıyla, solcusuyla, dindarıyla buluştu. Bizim yeni müzik tarzında yükselttiğimiz değerler herkesi kuşattı. Yani, öyle durumlar oldu ki, konsere insanlar geliyor ve ‘biz MHP’liyiz, biz sağcıyız, Müslümanız, ama sizi çok seviyoruz’ diyorlardı. (…) Ahmet Kaya halk yığınlarıyla buluştu, çünkü anlattığımız değerler herkesin değerleriydi. Dürüstlük, feodal ahlâk, yiğitlik, cesaret gibi erdemler insanlığın genel değerleri. Böyle bakınca ve propaganda yapmayınca, kitleselleşme süreci hızlandı.”

1991′de “Dokunma… Yanarsın,” 1993′te “Tedirgin,” 1994′te “Kum Gibi,” “Ağladıkça,” “Saza Niye Gelmedin” şarkılarıyla yılın en çok satanlar albümleri arasına girecek olan “Şarkılarım Dağlara,” 1995′te “Beni Bul” ve sağlığında yayınlanan son çalışması 1998 tarihli “Dosta Düşmana Karşı” bu kitleselleşmeye katkıda bulunan albümlerdir.

Solun Türkiye siyasal hayatında irtifa kaybetmesiyle birlikte Ahmet Kaya’nın da dinleyici sayısının düşmesi beklenebilir. Halbuki tersine, giderek daha çok insan dinler Ahmet Kaya’yı. 1980′lerde, susturulmuş, hapislere atılmış, ufak ufak yeniden toparlanmaya çalışan bir büyük kitlenin acılarının ve umudunun sesi olmayı başarabilirken, solun kitleyle bağının koptuğu bir toplumsal zeminde, şehirde tutunmaya, şu zalim dünyayı değiştirme umudunu da canlı tutmaya çalışan insanların sesi olur Ahmet Kaya. Bir sürü kavram ortalıkta uçuşur, her şey birbirine karışırken, sıradan insanın zihnine temas eden düşünceler milliyetçi veya dini akımlardan gelirken, bu fikriyattan beslenen insanlara da hitap eder Ahmet Kaya. Bunu nasıl açıklamalı? “Delikanlı söylem”le mi mesela? Sözünü sakınmamakla mı? Yıkılması istenen sömürünün, özlemi çekilen iyi dünyanın aslında ortak, aynı dünya olmasıyla mı? Toplumsal dildeki, yaşayış kültüründeki birlikle mi?

Renkli ve kirli 90′larda, dalgalı bir suda yüzmeye başlar Ahmet Kaya, hepimiz gibi… Ekonomik sömürüyü hiç gözardı etmeden, toplumdaki başka eşitsizliklere de sırtını dönmemeye çalışır. Yeri gelince türbanlıları da savunur. Son “dava”sı bir etnisite davası olarak algılanabilir. Toplumu o sıralar en çok meşgul eden bir eşitsizlik durumunda tavır almak olarak da. Hiç Kürtçe bilmeyen bu “yarı-Kürt” adam, Kürtçe söyleyeceği bir şarkıya çekeceği klibin yayınlanmasını istediği için adeta tükürüklere boğulur. Bugün onu “gerçekten ölmüş” diyerek manşete taşıyan yayın, o dönemde toplumsal hezeyanın başını çekerken PKK liderinin dev posterinin önünde şarkı söylerken çekilmiş fotoğrafını da bir provokasyon malzemesi olarak kullanmıştı. O fotoğrafın aslı mahkemeye delil olarak hiç sunulamadı.

“BENİM SONUM DÜNDEN BELLİ”

Bir acayip adam. Bir cebinde Das Kapital, bir cebinde rakı şişesi. Gülünce gözlerinin içi gülüyor, şarkıdaki gibi. Öfkelenince hissettiriyor, başkasını da katıyor öfkesine. Özü sözü bir diye herhalde bunca sevilişi.

Bağlamayı okşarcasına değil, dövercesine çalmasını bir rock tavrına yakıştırmakta beis görmüyoruz. Ne de, Ruhi Su’yla tartışmasını bir punk tavrına yakıştırmakta… Konserlerde titreye titreye, sallana sallana kendini şarkıya bırakışı da rock konser duygusundan uzak değil…

Onu bağlamasıyla tanıyoruz. Gitarla, piyanoyla arası beste yapacak denli iyi, kemanla da tanışıklığı var. Müzik dinlerken skalası geniş: Aşık Mahzuni’den Pink Floyd’a uzanan alan… Ahmet Kaya’yı belki en çok merakla, heyecanla, coşkuyla, yaşama sevinciyle açıklamak lâzım. Yalnızlığı seven değil de, yalnızlığı kullanmasını bilen bir adam. Son yıllarında heykele merak sarmış. Bir de teleskop almış, gökyüzünde neler oluyor diye…

Bir tane film müziği yaptı, Kadir İnanır’lı “Tatar Ramazan” filmi için. Halbuki en büyük hayali bir film çekmekmiş, bir siyasî mültecinin hikâyesi… En sevdiği şeylerden biri sinema.

Arabeskteki isyanı görebildiği, yaşayabildiği için, bu toprakların sesine hiç uzak durmadığı, o sesin içinden yetiştiği için ister istemez gırtlağı “nağmeli,” sözleri “ağdalı.” Bunca sevilişi, galiba biraz da bu doğal füzyonu bağrından yaratışından, zorlama işlere sapmamasından. Hep söylediği gibi, “la burada da la, Afrika’da da la.” Arabeski devrimcileştirmek gibi bir derdi olmadığı gibi, arabesk pazarından nemalanmak gibi bir derdi de yok. Toplumsal yaşayışımıza uzun süre etki eden elitist ayrımcılık biraz olsun aşıldıysa, Türkiye’nin coğrafyadaki yani aynı zamanda müzik coğrafyasındaki yeri, kalbimizde, damarlarımızda atan bu toprakların müziği yüksünmeden kabul edilebiliyorsa, onun payı büyük bunda. Ne Doğu ne Batı olduğumuzu biliyordu. Daha doğrusu, yaşadığı tam da buydu. Tanpınar gibi, tezatlardan güzellik çıkarmayı beceriyordu, çoğul bir kimlikte rahat edebiliyordu…

Bir muhabbet adamı. Yemeye içmeye düşkün. Uzun uzun yemek pişirmeyi seviyor, kâğıt kebabı yapacak kadar işinde mahir. Mangalcı.

Muhabbet adamı ama, şu televizyon programını, “Ahmet Abi’nin Vapuru”nu bir türlü kıvıramadı. Kamera karşısında biraz mahcup, suskun. Çok tartışılan, Ahmet Kaya imgesinde kırılmalar yaratan bir olay bir programında vuku buldu: Seyirciler arasında Nihat Akgün oturuyordu. Elazığlı davul-zurna ekibinin gelişine yardımcı olduğu içinmiş, ahbaplıktan değil. Ama herhalde onunla iki satır laf çevirmekten de çekinmemiştir.

Televizyon programının, bazı konserlerinin sponsoru, yeşil sermaye olarak tanınan Jet-Pa Holding olmuştu bir ara. “Solcu bir holding vardı da, biz yok mu dedik?” diyordu. Polemik yaratacak vaka arasanız, Ahmet Kaya’da bol. Polis gecesine katıldığı gibi abartı ve saptırma dozu yüksek vakalar da var arada. Pür-ü pak bir adamdan da bahsetmiyoruz tabii. Ama, 1990′ların çamurunda, bir tutarsızlıklar hercümercinde, bütün gelgitleriyle, bütün çabasıyla, lafının arkasında durma gayretiyle bir insandan bahsediyoruz. Tutarlılıksa, onca şarkıda anlattığı gibi bir ölüm nasip oldu maalesef kendisine. “Benim sonum dünden belli” demiyor muydu?

“Yüksek sanat”tan değil, “iyi şarkı”dan bahsediyorsak, Ahmet Kaya çok iyi bir popüler müzisyen, şarkı zanaatkârı. Çalması da, okuması da “duyarak.” Hele acı ölümünün ardından, toplumsal kültürümüzün ortak değerleri ve meseleleri içinde büyük bir ada aynı zamanda. Bunca sevilmesi de, bunca düşman toplaması da, siyasî tavrındaki dirayetin güzel müziğiyle birleşebilmesinden, müziğe ve topluma bakışında, müzikle ve toplumla kurduğu ilişkide özgür ve özgürlükçü bakışını yitirmemesinden. Sır, hem içinde yaşayarak, hem de dışarıdan bakmayı becererek veriyor kendini. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi, Orhan Gencebay gibi, Türkiye’nin çatışmalı kültüründe, şahsî, ama toplumsal tarihin ruhunu da veren bir terkibe girişmiş gibiydi. Müziği ne arabesk, ne halk müziği, ne Türk müziği. “Acayip bir şey.” Bu toplum gibi, bu toplumun meseleleri gibi, bu toplumun kültürü ve zevki gibi bir şey.

Şimdi bir matbaada, bir torna atölyesinde, bir takside, bir kahvehanede, bir lise öğrencisinin kulaklığında Ahmet Kaya çalıyor. Duyuyor musunuz?

Merve EROL