Var Olmayan Bir Toplum’un Aziz’i; Mehmet Akif

“Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
  Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!”

Nereden diline dolandığını bilmediğim bu mısraları babamdan ilk işittiğimde, henüz Fatih Taş Mektep’te bir ilkokul talebesiydim. Seneler sonra, bu defa askeri okul sıralarında, Dostoyevski’nin “Poor People” (İnsancıklar) romanını okurken karşılaştığım bir cümle,
 birdenbire mezkur iki mısrayı zihnimde yeniden çaktı:

“What is honour my dear, when you have nothing to eat!”

İşte örgütlenmiş kötülüğün İstiklâl Marşı ve Çanakkale Şehitlerine şairi kaydıyla tanıttığı Âkif’in safha safha açılan nefesinde Seyfi Baba’yla, Köse İmam’la, Âmin Alayı’yla, Âsım’la ve Hakkın Sesleri’yle hakiki tanışıklığım, garip ama, belki de şairle aynı sıralardan geçtiğim Fatih İptidai Mektebi’nde değil, kaderin bir cilvesi olarak resmi ideolojinin yılmaz bekçiliğine soyunduğum bir kurumda gerçekleşti…

***
Mekteb-i Bahriye yıllarım boyunca Âkif benim için, imânını da isyanını da besleyen bir öfkenin şairiydi;bütün yazdıkları sanki bastırılamaz bir öfkeden köpük köpük taşıyordu:Devr-i İstibdat’ta boyalı sakalıyla Abdülhamit’e öfke, Meşrutiyet’te şuursuz heyecanlarıyla İttihat ve Terakki’ye öfke, Mandacılara, medeniyet denilen maskara mahlûka öfke; hem mukaddesat düşmanlarına hem ham softalara ve köreneğe öfke.. öfke, öfke, öfke… Velhasıl, dehre ve cehle öfke! Âkif için sokak hilekâr, izdiham yalancı, şehir münâfıktı…

Zaman zaman Âkif’i, “Ağzım kurusun, yok musun ey adli ilâhi” noktasına kadar getiren bu öfkenin sayhaları nihayet Kur’an kıyılarında sönüyor; sorgulama dalgaları kellâ Allah’ın zatına değil, çok çok sıfatına vuruyordu:

“Canileri, katilleri meydana süren sen
Canideki katildeki cür’et yine senden
Bir failin icbarı bütün gördüğüm âsâr
Cebri değilim.. olsam, ilâhi ne suçum var.”

Doğuşu için olanca varlığıyla renk ve çizgi katmaya didindiği yeni resim karşısında anbean büyüyen bir inkisârı hayâle katlanmaktansa vatanından cüdâ kalmayı, bir nevi gönüllü sürgünlüğü seçen Âkif, hüsrân ve ıstırab içinde ömrünün son demlerini geçirdiği Mısır’da, artık körelmeye yüz tutmuş öfkesini, bu kez solgun ve müstehzi bir sesle kendine yöneltecektir:

“Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var
Manzum sayıklar gibi manzûme sayıklar!
Zannım mütekaid şuâradan olacak ki:
Hiç bir yenilik yok, herifin her şeyi eski.
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş, ne bıyıktan;
Âsarı da memnun görünür köhne kılıktan,
Hicrî, kamerî ayları ezber bilir amma
Yirminci asır zihnine sığmaz ne muamma!”

O yaşlarda bir genç için dünyada bulunuşun koyu rengi olarak beliren öfkeden ve onu besleyen retorikten uzaklaştıkça, seneler içerisinde Safahat’a her dönüşümde, bir şair olarak Âkif’in benim mizâcımda “Nedir ma’nâsı bir kalbin ki, âfâkında sen yoksun” mısraı ve Gece, Hicrân, Secde, Leylâ gibi şiirleriyle; hulâsa Gölgeler’le yer tuttuğunu gördüm. Bir de yapayalnızlığı, sûreti yordamıyla kalbime kazıdığı şu dörtlükle:

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?” (Resmim İçin)

***

“Manzumelerimi yazarken ne kadar güzel şeyler buluyorum, fakat nazmın uğrunda onlardan fedakârlık ediyorum.” diyen Âkif’in şiirinde hayâl (imge), bırakın kurucu bir birim olarak iş görmeyi, neredeyse hiç yer almaz. O muhayyeli, müphemi, metafizik olanı, soyutu değil, musavveri, somutu yazar. Recaizade Mahmut Ekrem’in “Siz büyük şairsiniz; çok descriptivesiniz” sözleriyle işaret ettiği bu tutumu Âkif, sanatının alınlığı gibi taşıdığı şu cümlelerle dile getirir: “Tabiatı doğrudan bir kitap gibi açıp okuyabiliyor musun; doğrudan doğruya tabiatı? O zaman şairsin.”

Âkif’in doğrudanlıktan anladığı ya da doğrudanlığa yüklediği anlam, sade ve sadece tasvirle sınırlıdır. Çoğu kez şiiri nazım ustalığına ve bunun getirdiği mekanizme kurban eder; vuzuhu yakalama cehdiyle uzun uzun işlediği resim ve heykeli tasvire boğar. Realiteyi resmetmek arzusundan doğan bu tasvir iştihasını, Sebilürreşad’da şöyle gerekçelendirecektir: “Edebiyatımızın tasvir hususunda bu kadar geri kalmasına, bizde resmin fıkdanı da sebep gösterilebilir. Evet, eğer vaktiyle bizde ressamlık olsaydı, belki şairlerimiz musavvirliğin kıymetini anlayarak, hayâlî değil, biraz da bu türlü, yani gördükleri gibi yazmağa çalışırlardı.” (sayı 181, sf. 391-392)

Mithat Cemal’in tanıklığıyla, “Bu büyük nazım o kadar muntazamdı ki, işlene işlene mekanizma haline geliyordu: Şair manzumelerinin mevzularını kısımlara ayırıyor ve kurulacak bir makinanın parçaları gibi onlara ‘repere’ler (izler, işaretler, belirteçler) koyuyor, sonra nazmının montajını yapıyordu. Bu, sanat için cansız olmak tehlikesiydi.”

Ancak Âkif, klişe ifadeyle söylersek, bir inanç ve dava adamıdır. Şiirini değerlendirirken,  “ Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek  ” diyen şairin, yürek söken bir dönemin tanığı olarak, gözlerinin önünde yitip giden bir cemiyetin ve vatanın feryâdını seslemeyi yegâne görev addettiği unutulmamalıdır. Şu halde, bir mütefekkir tavrıyla, bir mimar rikkatiyle kurduğu ‘chronicle şiir’de hayâlî tedâîlere, esâtirî olana yer yoktur. Tasavvufun telkin ettiği İslâmiyet, efsaneye sarmalanmış bir din ve peygamber inanışı ya da mesela Şeyh Gâlib’in şiirleri veya ‘sanat için sanat’ anlayışı ne Âkif’e bir şey söylemekte, ne de gördüklerini söylemesine hizmet etmektedir.

Aynı sadâ, edebiyatın ahlâkla ilişkisine dair sözlerinde şöyle yankılanır: “Avamın ağıza almaktan istihya edeceği uryan bir yığın rezaili havass-ı üdebamız mazmunlarla, cinaslarla telleyip pullayıp âsârı edebiye namı altında büyük büyük mahafilde inşad etmekten hiç çekinmemişlerdir. Hulâsa, bizim taklit yolunda meydana getirdiğimiz âsâr-ı edebiyemiz, insanı ya miskin yapar, ya ahlâksız!”

***


T. S. Eliot, “Din ve Edebiyat” başlıklı makalesinde, dini konu edinen eserlerden bahsederken, yazarlarının dini heyecanlarını aktarmalarına vasıta olan metinlerin, dili ne kadar güzel kullanmış olurlarsa olsunlar, sadece yazıldıkları devir içinde değer taşıdıklarını söyler. Oysa ki “edebi eserlerin, çağlarını aşma, çağlarının dışında geçerli olma özellikleri vardır…” Dinin edebiyatla ilgisine vurgu yaparken Eliot’ın kasdettiği bir ‘dini edebiyat’ değildir. Aksine, “eserlerinde dinden hiç söz etmedikleri halde, onun hayat ve ahlâk görüşünü paylaşan, fakat dinin propagandasını yapmayan yazarlar”ı işaret eder: “Benim istediğim, edebiyatın, maksatlı olarak belli bir dinin aracı olması değildir. Gerçekten büyük diyebileceğim bir yazar (şair), belli bir din şuuru içinde olduğu halde, onu vaz etmeyendir.”

Bu ölçüte vurulduğunda, Âkif’in kurduğu cesim bina, ne bir “Waste Land” ne de Claudel’in “Cinq Grandes Odes”udur; zira yedinci “Safahat”, yani “Gölgeler” hariç, neredeyse bütünüyle vaza yaslanmaktadır. Onun için aslolan, mâneviyat ve içtimai problemdir; bu sebeple şiiri ‘temporel (geçici, zamanıyla kayıtlı) bir şiir’ olur. Sezai Karakoç’un Âkif, Eliot ve Claudel arasındaki farklara ilişkin mârifetli tasrihine başvurursak; diğer iki şair, “genel olarak bireyin ıssızlığını ve metafizik ürpertisini, din şuurunu sanatlarının merkezine korken, Âkif, belli bir toplumun belli bir zamanını pratik bir gaye ile şiirinde hükme bağlamıştır.”

Sanatın maksadına ilişkin mûtad münâkaşalarından birinde, Mithat Cemal sorar:

“[Her şeyi] din ile ayar etmek doğru mu?… Bir sanat adamı ahlâksızlığa bir tenasüpsüzlük, bir biçimsizlik diye bakmalıdır. Yani ahlâksızlık, bir şair için, kâinatın, hilkatin ahengine bir tecavüz; bir musikisizlik, bir ses pürüzü, bir nağmeler tenafürü olmalıdır. Hilkatin cihanşümul bir vezni, bir ahengi, adeta bir aruzu vardır: Kâinatın kanunlarının akışındaki bir aruz… Ahlâksızlık bunu bozan bir şeydir; sanatkâr bu türlü düşünmeli…”

Âkif’in cevabı, söz konusu pratik gayeye dair tasavvur ve tasarrufunu, bir kez daha vuzuha kavuşturacaktır:

“…Mâzur görün; memleketimin mâneviyatı yıkılırken bu kadar ince bir adam olamam!..”


Cem YAVUZ